26 Aralık 2013 Perşembe

Vals


Bir vals gelir uzaklardan
Düşlemeden olur mu?
Ellerinle bedenimi sımsıkı sardığını
Kıvrak belim ellerinde uysallaşır da
Dönüp dururum pervane gibi
Senin yörüngende

Senin çekiminle

Pınar İLHAN

Eleni Karaindrou - To Vals Tou Gamou

Kızıl Özgürlük


KIZIL ÖZGÜRLÜK
Uğruma şiirler yazan Nazım’ım olsaydın
Nice 12 yıllar bekleseydim seni
Nice 12 yıllar kor olup tutuşsaydım hasretinle
Nice 12 yıllar günden güne seninle çürüseydim de
Aşkınla ayakta kalsaydım
Kızıl saçlı Piraye’n olsaydım
Şiirlerinle kanat çırpsaydın bana

Kızıl saçlı özgürlüğüne

                                                             
                               Pınar İLHAN

11 Kasım 2013 Pazartesi

KARA DUVAK; Gelin olacak yaşa mı gelmiş ?

KARA DUVAK
Ben doğuluyum. Bunu söylemekten herhangi bir utanç ya da aksine gurur duygum yok. O kültürde büyüdüm. Belki de kültürüme uzağım belki yakınım. Bunun net cevabını bilemiyorum.
Ama bildiğim acı gerçekler var. Ne yazık ki ülke genelinde olan ve doğuda yaygınlaşmış ve normalleşen bir gerçek var. 

Çocuk gelinler!
Ülkemizde her 3 kadından biri çocuk yaşında evlendiriliyor.
Üzülüyorum. Gerçekten üzülüyorum. Bir anne, bir baba, bir büyük… Kan bağının olduğu herhangi biri bir çocuğun evlenme vaktinin geldiğine nasıl karar verebiliyor? Mantığı zaten aramıyorum; ama bu kararın neresinde vicdan?

Küçücük kız çocukları, ergenliğe yeni adım atmış, 12-13 yaşlarında kız çocukları…
Daha kendisi çocuk olan kızlarımızın çocukları var kucaklarında.
İhtiyaçları olan bir eve kadın(!) olmak, çocuk bakmak, koca memnun etmek, yemek yapmak mı? Elbette hayır! Biz kız çocuklarımızı başkaları için mi büyütüyoruz?

Onların asıl ihtiyacı; kitap, kalem, defter, okul, oyun, anlayış, sevgi, şefkattir. Güçlü kadınlar olarak büyümelidir çocuklarımız. Yoksa bu ülkede kadın olmanın zorluklarına nasıl göğüs gererler?
Bilim insanları çocuk yaşta evlenmenin sakıncalarını her gün daha yeni örnekler, verilerle ortaya koyuyor peki eğitim sistemimiz?
Çocuk gelinlerin sayısını artırmak üzere öyle büyük uğraşlar var ki! Modern eğitim anlayışımızın temellerini nikah salonlarında atıyoruz. 

O derece moderniz!
Çocuklarınızı devletin çirkin politikalarına alet etmeyin. Kimse çocuğunuzu sizden daha iyi düşünemez. Devlet ki kadınlarını düşünüyor olsaydı kadın cinayetleri için daha caydırıcı politikalar üretilir, taciz tecavüzden kadın sorumlu tutulmaz, kadın katilleri elini kolunu sallayarak geziyor olmazdı. Kız çocuklarını evlendirme dairelerine değil okula teşvik ederlerdi.
Bence;
çocuk gelinlere taktığımız o beyaz duvak onların kaderine örttüğümüz kara lekedir. Beline bağladığımız kırmızı kuşak gurur değil utanç tablosunun simgesidir.
Çocuk gelinlere hayır!


9 Ekim 2013 Çarşamba

AŞK'LA; BARIŞ

Yazarken insan duygularını anlatır. Üzüntülerini, sevinçlerini, heyecanlarını, coşkularını, aşklarını, savaşlarını, barışlarını…
Denir ki insan mutluyken yazamıyor. Bunun zor olduğu doğru ve ne kadarını başarabileceğim bilmiyorum; ama bir yerden başlamalıyım. Beni bu yazıya iten, zorlayan bir şeyler vardı ve sonunda galip geldi diyorum ve:
       AŞK’LA; BARIŞ
İnsanlar neden aşık olur? Kötü bir giriş cümlesi oldu; ama asıl beyni bulandıran bu değil midir? Cevap veremeyiz; çünkü tek bir cevabı yoktur bu sorunun. Birini yakın görmek isteriz kendimize. Peki neden bu dostlarla yetinmekle ya da aileyle yetinmekle kalmaz? Her sevincimizi, hüznümüzü, coşkumuzu, kızgınlığımızı, dargınlığımızı paylaştığımız yakın insanlardansa dahasını isteriz hep. Sonra ‘daha’ olan insana sevgili deriz, hayatımızdaki sevgisinin karşılığına da aşk.
Çoğu zaman savaşlar içerisinde kalmaz mıyız peki aşıkken? Aşk dediğimiz şey kişiliğimizle, duygularımızla, diğer insanlarla, mantığımızla, hüznümüzle, mutluluğumuzla ve sayamadığım daha nice şeyle çatışmamıza neden olmaz mı? Olur. En sonunda üzülürüz. Sonra “Ben aşka küstüm deriz. Çekeriz kendimizi aşkla yaklaşan insanlardan. Oynamıyorum!” deyip iteriz elimizin tersiyle doğru insanları.
Bazen de tüm bu hüzünlerimize rağmen aşkı özleriz; çünkü sevinç, huzur, ümit, birlikte olmanın verdiği güven, destek duygusu vardır; hüznü yenen, kalbi taraf, aklı bertaraf eden.

Düşünün: mutlu olma ihtimali bile yeter kalbimizi kandırmaya. Kandırın kalplerinizi. Sevgiye açın.
Aşk içinde barışı barındırır en az savaş kadar. Bence aşkla barışmanın vaktidir. Size de tavsiyem: AŞKLA BARIŞIN.


Yazmaya iten şarkı : Gözleri Aşka Gülen - Zeki MÜREN  
Gözlerinizin aşka gülmesi dileğiyle iyi dinlemeler, okumalar.




20 Ağustos 2013 Salı

Bunu yazmazsam ölürüm! Suriyeli insanların çaresizliğinden faydalanmak insanlık değildir.

  İnsanlık insanlık insanlık! Hani nerede? Ben neden göremiyorum bu insanlığı. Felaketi çıkara dönüştürmekte üstümüze yok. Bu böyle!

  Suriye’den savaştan kaçıp Türkiye’ye gelen insanlar var. Bu insanların ev, iş gibi sıkıntıları var. Antep ki en çok sığınılan illerden birisi. Antep’te emlak fiyatları uçmuş durumdadır. Peki neden? Savaştan kaçan insanlar geldi,  biz bu durumu nasıl kullanırız deyip emlak fiyatlarını ayyuka çıkardılar. Şimdi en kötü ev 600 lira. Zaten kentsel dönüşüm sebebiyle zaten çoğu insan evsizdi bunlara bir de savaştan kaçan insanlar eklenince olay tam bir kaos ortamı oldu.  En kötü evler bile ateş pahası. Evlere talep var tabi ama alabilene aşk olsun! Emlak fiyatları arkadaş tutanın elini yakacak cinsten! E insanlara yardım ediyoruz diye sözde insanlık görevini yapan mülk sahipleri Suriyelilere evleri kiralıyorlar. Bildiğin açık artırma usulü meşhur oldu ulan, müzayede mi bu! Hay ben senin insanlığına!

  Bu durumu başka nasıl kullanabilirim diyen zihniyetler boş durmadı! Ben Antepli birini işe alıp 800 lira maaş vereceğime Suriye’den gelen gençlere iş vereyim hem sevaba girmiş olurum yazıktır yazık! Ulan madem sevap istiyorsun adamı ucuz iş gücü olarak kullanacağına ver yağız adama 800 lira. İş verilmesine değil kızgınlığım ucuz iş gücü olarak insanların emeklerinin sömürülmesi.


  İnsanlığın batsın e mi! Hala varsa tabi! 

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Sokak Çocuğu

Ben de annemin güzel çocuğuydum, sokakların değil
Ben de anadan doğmayım
Hepiniz gibi mucizeyim
Çocuk olmayı sizden önce bıraktım,
Oyuncaklarla oynarken siz sadece bakabildim onlara,
Eğlenmelerinize sadece imrenebildim
Benim de oyunlarım var tabi kimsenin olmadığı anlarda oynadığım.
Hırpalanmayı, sizlere el açmayı hiç istemedim.
Ben tercih etmedim bunu, bu sadece hayatın adaletsizliği
Bu benim suçum değil, suçlu değilim ki ben!
Sizden değilmişim gibi bakmalarınız
Tiksinerek, iğrenerek,
Olmaması gereken bir varlıkmışım gibi görmeniz beni
Görmezden gelmeniz mi demeliydim?
En çok da bu beni üzen, yaralayan.
Ben de masumum senin çocuğun, kardeşin gibi;
Ben de insanım senin gibi!
Ben de anlarım sevgiden, nefretten, zorluktan
Ben de şefkatten anlarım, ben de anlarım kötü sözden
Çok iyi anlarım dayaktan,
Çocuk aklımla her şeyi anlarım da
Bir vicdansızlığı anlamam.
Küçük yaşta adam oldum ben
Düşüncelerim bile büyüdü,
Ellerim, yüzüm, kıyafetlerim kirli belki; ama
Öyle güzel ki hayallerim, umutlarım.
Göremezsiniz onları; çünkü gözlerinizi kaçırıyorsunuz gözlerimden
Onların güzelliğini, umutları yansıtan ışığını görmüyorsunuz
Görmekten kaçıyorsunuz.
“Sokak çocuğu” diyor kafanızı çevirip bir kere yüzüme bakmadan geçip gidiyorsunuz;
Bir baksanız gözlerime, benim de aç olduğumu sevgiye,
Şefkate susadığımı göreceksiniz!
Çocuk aklımla çok mu konuştum?
Çocuk dediğin çok konuşmazdı değil mi?
Unutmuşum affola!


14 Ağustos 2013 Çarşamba

Tahta Bacak Frida


İlk acımı yaşadığımda 6 yaşındaydım. Bir çocuk felci geçirdim ve  bacağımın biri sakat kaldı. Akranlarımı düşünün acımasızca gerçekçi olanları fiziksel acıma sözleriyle yenilerini ekleyenleri. “Tahta bacak!” söylemlerini. Yaşımı düşünün, hassasiyetimi, tutsanız elinizde kalacak yüreğimi düşünün. Üzüldüm çok üzüldüm. Sadece farklı olduğum için değil farklılığımla kabul edilmediğim için.
Bir sonraki felaketim çok da uzak değildi aslında. 19 yaşındaydım. Çok büyümemişimdir hala ha ne dersiniz? Okuldan eve dönerken bindiğim otobüs tramvayla çarpıştı. Trenin demirlerinden biri sol kalçamın leğen kemiğinden çıkmıştı. Binlerce kişinin öldüğü kazadan sağ kurtuldum. Sevinmeli miyim? Kimilerinize göre evet. Çok acılar çektim. 32 kez ameliyat oldum ve yaşadığım sancıları, kabus dolu günleri yeniden hatırlamak bile yetiyor derin üzüntüler duymama.
Ailemin ısrarıyla başladığım resim en sevdiğim şey haline geldi. Resim benim hayatım oldu. Gün boyu yataktan kalkamayan ben neyi nasıl çizebilirdim? Pes etmek benim gibiler için pek de cazip bir davranış değildi. Yatağımın hemen üzerine bir ayna yerleştirdim ve otoportreler çizdim.

Sürekli yatmak, acılar içinde kıvranmak ne kadar yıprattı beni tahmin edebilirsiniz. Neyse ki kazadan 2 yıl sonra yürümeye başladım. Resimler, sanat, politika hayatım oldu.
Bunca yaramı öpüp iyileştirecek, kelebek gibi ince dokunuşlarıyla yaralarımı okşayacak bir aşk beni bulur mu sizce ne dersiniz?
Diego’m geldi. Ona duyduğum aşkı, onu resmetmek istemez miydim? Bunu gün ışığını her gün istediğim gibi hiç bitmeyen bir heyecanla isterdim; ancak tüm bu şaşkınlığımda onun rengini bulamazdım. Tek bir renk yoktu artık benim için çok renk vardı. Onda, onun inceliğinde, aşkında, gözlerinde ebruli, alaca renklerin hakimiyeti üstün gelmişti.

Diego aşk sığınağım oldu benim. Onun hücrelerinden bir parça yaratmak istedim. Olmadı küçük bebeğim de kalmadı, kalamadı benimle.
Birçok çetin durumla karşı karşıya kaldım ama hiçbir şey Diego’nun kız kardeşimle birlikte olması kadar acıtmadı canımı. Nice fiziksel acılar çektim ama hiçbiri bu kadar kanatmadı benliğimi. Çok kızmıştım ona. Affetmeyecektim; ne onu ne de kız kardeşimi.
Çizdim, resimler çizdim. Acımı unutmak için birçok erkekle beraber oldum. Kadınlığımı yeniden hissettirsinler diye. Ama olmadı. Diego’yu unutamadım, yaptıklarını, ona olan aşkımı.
Affettim ikisini de. O yokken hayatımda renk yok, hareket yok, ışık yok.
Sağlık durumum gün be gün daha da kötüye gidiyordu. Acılarımı bastırmak için olan gücümle resimlere sarılıyordum. Acılarımı gözle görülür hale getiriyordum ama herkes çizdiğim resimlere sürrealist dedi. Bense tüm realiteyi döküyordum renklere. Nasıl acılarımı resimlerimde göremeyecek kadar kör olabiliyorlardı?
Sağlık durumum berbattı ve artık sancılarımdan oluşan sergimi açacaktım. Doktorum kendi sergime gitmemi istemiyordu. Yataktan kalkacak kadar iyi değildim zaten. Diego yapacaktı sergimin açılışını, konuşmasını. Kendi sergime gitmemek içimi bulandırıyordu ve yatağımı da alıp sergime gittim. Bu sergiyi açmayı ne de çok istemiştim. Sanatseverler, dostlarım, sevgilim, sanatım ve tüm acılarım buradaydı. Nasıl mutlu olmam sergiden sonra sağ bacağımın kesilecek olmasına rağmen!
Daha hayat doluyum; çünkü Diego’m yanımda -sevdiğim adam- sanatım yanımda artık; her şeye rağmen.). Son nefesimi veriyorum ve son sesim size bıraktığım son resmim Viva la vida (Yaşasın yaşam).


Güçlü kadın, aşık kadın, komünist kadın ve ressam kadın dediğiniz tahta bacak Frida benim!


Dipnot: Yazım boyunca şarkıdan ilham aldım. http://www.youtube.com/watch?v=d9T-XqgLToA




13 Ağustos 2013 Salı

Öldürülmesin Çocuklar

  Soraya küçük bir kız çocuğudur Afganistan’da yaşayan.  7 yaşındaydı henüz. En sevdiği oyunları oynama çağında, arkadaşlarıyla koşturma, heyecanlarını, korkularını doyasıya yaşama çağında, aslında keşfetme çağında.
   Günlerden bir gün Soraya, arkadaşı Fatima ve Jade ile oynamak için dışarı çıktı. Koştu, koştu; nefes nefese kalmıştı ama arkadaşına da kavuştu. Sarıldılar birbirlerine, el ele tutuşup Fatima’ya koştular beraber kapısına vurup bağırmaya başladılar: “Fatimaaa! Hadi gel, gel de oyun oynayalım.” Fatima sevinçle dışarı attı kendisini oynamaya başladılar.
   Hiç beklemedikleri bir sesle irkildi küçük kızlar. Tecrübeleri bedenleri kadar küçüktü; ancak korkuları öylesine büyüktü ki… Aceleyle koşmaya evlerine ulaşmaya çalıştılar. Yine nefes nefese kalmışlardı. O güzel kalpleri neredeyse kafesini parçalayıp dışarı çıkacaktı korkunun verdiği panikle. Fatima ve Jade en yakın eve yani Jade’nin evine sığınabilmişlerdi ki gelen kurşun kulak zarını delip geçici ses şiddetiyle saplandı boğazına Soraya’nın. Nefes almakta zorlandı, yığıldı yere. Ağlayamıyordu Soraya, sadece bakıyordu karşısında gitgide sis perdesinin altına gizlenen görüntülere. Sonunda tamamen kayboldu ses de görüntü de. Sağır olmamıştı Soraya. Hayır! Kör de olmamıştı. Evet büyüyememişti o artık hep çocuk kalmaya mahkum bırakıldı.
  İki İngiliz askeri vurmuştu Soraya’yı çocuk olduğunu hiç hesaba katmadan. Büyümek bu muydu; vicdanın körelmesi? Nasıl bir düşmanlıktı ki küçücük bedene nişan alınan mermiyi özgür bıraktılar? Nasıl bir savaştı bu mağlup olan hep çocuklar? Nasıl bir kana  susamaktı bu böyle? Nasıl bir insanlıktı? Çocuk olduğunu hesaba katamayacak kadar kör müydü yürekleri? Kızgın demirler mi basılmıştı bağırlarına hissetmezler miydi artık? Büyümek bu muydu?
(Jade ve Fatima beyaz kumaşı Soraya’nın üzerine sararlar. Soraya  ayağa kalkar.)
Kapınızı çalan benim, kapınızı birer birer.
Gözünüze görünemem; göze görünmez ölüler.
Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki kağıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı; teyze, amca bir imza ver;
Öldürülmesin çocuklar şeker de yiyebilsinler.         

  



10 Ağustos 2013 Cumartesi

Hırçın Mezopotamya'nın Hırçın Kızı Dicle

Mezopotamya… Asi ve hırçındır; bir o kadar da büyüleyici aşkları barındırır. Mezopotamya’da yaşayan; asiliğini, hırçınlığını ve büyüleyiciliğini yaşadığı yerden alan bir güzel vardı: Dicle.



        Güzelliğiyle baş döndüren, hırçınlığıyla ürküten Dicle; bilmiyordu henüz aşkın ne olduğunu; çünkü hiç çalmamıştı aşk meleği, Dicle’nin yüreğinin kapısını. Çalmayacağı anlamına gelmiyordu bu. Geç kalınmış bir mutluluk… Neden olmasın?  

      En büyük zevkiydi; belki de yaşam koşullarına alışmaktan ileri gelen bir zevkti bu; çiçekler yetiştirmek. Sırdaşıydı onlar aynı zamanda. Yine çiçeklerinin bakımını yaparken, onlarla konuşuyordu. Tam da bu sırada karşısında kendisini izleyen bir delikanlıyla göz göze geldi. Hırçındı Dicle, asiydi. İzlenmekten rahatsız olmamıştı ama rahatsız olmak zorunda gibi hissetmişti.  Yanına gitti, kızdı delikanlıya ve bunu belirtti kabaca da olsa. Dicle’nin bütün hiddetli söylemlerine rağmen gözlerini bir an ayırmadı delikanlı genç kızın iri, güzel gözlerinden. İlk izleyişi değildi Dicle’yi, çiçekleriyle konuşurken. Defalarca izlemişti onu aynı durumda ve bundan kendisinin de bilmediği gizli bir heyecan duyuyordu. Yaklaşmıştı sonunda ona karşısındaydı, ona sarılmak için daha neyi bekliyordu? Dicle tokadını indirecekken Fırat’ın yüzüne Fırat kavradı Dicle’nin o ince,  heyecan uyandıran sıcacık bileğini. Nabzını hissetti ne kadar da hızlıydı. Dicle daha bir dikkatli bakıyordu Fırat’ın yüzüne, gözlerine. Gözbebeklerinin büyüdüğünü gördü Fırat ve umudu daha da arttı, daha da cesaretlendi. Seviyordu ve bunu söylemeliydi. Sözlere çok da gerek yoktu gözler her şeyi anlatmaya yetiyorken. Sarıldı Fırat kalbinin kölesi olmuşçasına. Yalnız bir şüpheye düştü Dicle istiyor muydu bunu? Mantık devreye girince geri çekilmeye bedenini Dicle’den ayırmaya karar verdi. Bedenini çekiyordu ki ne Dicle ne de Dicle’nin gözlerindeki ateş buna izin verdi. Sarıldı Dicle adını bilmediği bu yeni duygunun kölesi olacağını hiç bilmeden.

İlk söz



Bugün karar verdim blog oluşturmaya. Öyle pat diye olmadı elbette. Nihan sayesinde karar verdim buna. O ki gayet samimi ve hem karmaşık hem anlaşılır olabilen yazılar yazabilen üniversiteden arkadaşım. Güzel insan yani kısacası.




...




Yazmayı severim, çok severim. İnsan neden yazar peki?

İnsan yalnız olduğunda yazar belki.

Belki kimsenin kendini anlamayacağını düşündüğünde bir tür dışavurumdur bu yazma.

Bazen konuşma yerine geçer.

Bazen içinde birikmiş olanları bir çırpıda anlatma yöntemidir bu yazma.

Bütün adaletsizlikleri, hukuksuzlukları, ülkeyi, karmakarışık duyguları, insanı, sevgiyi, sevgiliyi yazmadır bu yazma.

Yazmak rahatlatır insanı, olağan çatışmalardan, psikolojik baskılardan kurtulma biçimidir bazen değil çoğu zaman; öyledir öyle.

Yazmak güzel şeydir.

Kendinden bir parça doğurmaktır yazmak.




...




Peki ben neler yazarım bu blogta orasını bilmem. Aklıma ne eserse; bazen denemeler, bazen sohbetler, bazen küçücük hikayeler, bazen şiirler... Rüzgar ne taraftan eserse o tarafı anlatan sözcükler elbet bulurum.

Ben yazarım, okurum.