18 Kasım 2014 Salı

Kadınım

Sen salın kadınım
Salın ki eteğinden sevgi saçılsın şu topraklara
Yeşerip büyüsün tohumlarını döksün
Aşk doğsun
Sevgi doğsun 
Kardeşlik doğsun
Hayat doğsun şu kadim topraklarda
Türküler söylensin
Dişi bedenine odaklanmayan
Sevgiyle harmanlanmış saf türküler

Gülümsemeni saklama kadınım
Gül ki kıvrımlarını defalarca
Ezberlercesine öptüğüm dudaklarından
Nergis kokan kahkahalar saçılsın şu topraklara
Gül ki umut dolsun yürekler
Gülümsemeni saklama kadınım
Gülümsemeni edepsiz sayanlara inat
Gülümsemeni saklama kadınım

Yürü kadınım
Başarıdan başarıya koşan ol
Arkada kalma
Yürü kadınım
Elinin hamurunu fütursuzca konuşanlara inat
Dünyaya nefes getirensin
Yürü
Salın 
Saklama
Elleri süt memesi mısır kokanım
Zor da olsa şu topraklarda
Dik dur kadınım.

Salın,
Yürü,
Saklama,
Gül kadınım.



7 Ekim 2014 Salı

Kobanê'ye dair

Taş üzerinde vicdanlarınca ezilenler

Ölümden kaçanlar
Ölümden kurtarmak için yiğitçe ölüme gidenler
Omuzlarında onurlarıyla sınırlarda mücadele edenler
Açlıkla başa çıkmaya çalışanlar
Savaştan kaçıp, açlıktan ölenler
Ölülerini gömemeyenler
Gökyüzünün mavisini bile
Kendisine zindan olanlar
Küçük hesaplar için
Onursuz insanların büyük stratejilerine
Direnen onurlu insanlar
Uzakta değiller
Kalplerinizin sınırına sığınmışlar
Ve siz gümrük bekçileri
Göz göze geldiğiniz her insana kimlik sorar olmuşsunuz
İnsanlıktan haberiniz yok
İnsanlardan haberiniz yok
Vicdanınız küçük beyinlerinizin içinde sıkışıp kalmış
Taş altında ezilesi vicdanlarınızı uyandırın artık
Yarın hayat yok
Yarın insanlık yok
Yarın vicdanınızla sarılacağınız insanlar
Yok
Olmadan uyanın.

İnsan kimliğinize bakın aynada.


6 Ekim 2014 Pazartesi

Dünya Çocuk Günü

Bugünün küçüğü yarının büyüğüdür; evet Vygotsky de aynen böyle söyler: “Gelecekteki yetişkin!”
Biz bugünün küçüğü için çaba harcamamakla birlikte yarının büyüğünden birçok beklentiye sahibiz. Beklenti düzeyimiz oldukça yüksek, peki ya kabul düzeyimiz?
Çocuklarımızın zorbalığa ve baskıya maruz kalmadan, eşit, adil, onurlu, sağlıklı ve güvenli bir ortamda ÇOCUK GİBİ yaşayabilmesi için yayınlanmış bir Çocuk Hakları Evrensel Bildirgesi var.
Bildirge şunu söyler:
Çocuklar özel olarak korunmalı, yasa ve gerekli kurumların yardımı ile fiziksel, zihinsel, ahlaki, ruhsal ve toplumsal olarak sağlıklı normal koşullar altında özgür ve onurunun zedelenmeyecek şekilde yetişmesi sağlanmalıdır.” Bunun üzerine biz sosyal ve bildirgeyi kabul etmiş bir devlet olarak; çocukları korumak üzere sevgi evleri –sağlıksız, ahlaksızlıklara karşı konulamayan, akıbeti takip edilmeyen, sevgiden de uzak, soğuk binalar- oluşturur, sonra o çocukların orada cinsel, fiziksel, sözel zorbalığa maruz kalmasını izleriz. Çalışanlardan, bu zorbalığı küçücük çocuklara reva görenlerden hesap sormak yerine bu vahşeti ortaya çıkaran –devlet sırrını ifşa mı demeliydim yoksa- gazetecilerden hesap sorarız. Çocuk cezaevleri açıp çocuklarımızı oradaki cezaevi infaz memurundan koruyamayız. (bkz: Pozantı)

 “Çocuklar sosyal güvenlikten yararlanmalı, sağlıklı bir biçimde büyümesi için kendisine ve annesine doğum öncesi ve sonrası özel bakım ve korunma sağlanmalıdır. Çocuklara yeterli beslenme, barınma, dinlenme, oyun olanakları ile gerekli tıbbi bakım sağlanmalıdır.” Biz bırakın çocuğun oyun hakkını yeterli beslenme, barınma olanaklarını karşılayamıyoruz. Çok uzağa bakmaya gerek yok! Daha bir yıl önce 40 günlük Ayaz bebek tek odalı, camları kırık, soğuk bir evde zatürreden öldü.
 “Çocuk her koşulda koruma ve kurtarma olanaklarından ilk yararlananlar arasında olmalıdır.” Biz bunu çok yanlış anladık dostlar. Tecavüze uğrayan kadına ‘çocuğu niye ölüyor annesi ölsün!’, ‘doğursun devlet bakar’ dedik.
 “Çocuklar her türlü istismar, ihmal, ve sömürüye karşı korunmalı ve hiçbir şekilde ticaret konusu olmamalıdır. Çocuk uygun bir asgari yaştan önce çalıştırılmayacak, sağlığını ve eğitimini tehlikeye sokacak fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişmesini engelleyecek bir işe girmeye zorlanmayacak ve izin verilmeyecektir.”  Bu çocuklar ekonomik sömürüye, çocuk ticaretine ve devlet şiddetine en çok devletin kendisi tarafından hedef alınıyor. Çocuğumuzu öyle ihmal ve istismardan uzak tutuyoruz ki biz tecavüze uğrayan çocuğumuza ruh sağlığı bozulmamıştır raporu verecek kadar! Tecavüz  edenlere iyi hallerini göz önünde bulundurup cezai indirimler yapabilecek kadar! Çocuğun tecavüze gönüllü olduğunu savunacak kadar, yapılan bu utanmazlığa karşı vicdanlarını önlerine alıp tepki gösterenleri gözaltına alacak kadar. Organ mafyalarına, uyuşturucu çetelerine, çocuk pornosuyla uğraşanlara açmadığımız savaşı biz vicdanı olan insanlara karşı açıyoruz. Bakan Faruk Çelik’in açıklamasına göre sadece 2013 yılı içerisinde 71 çocuğumuz işçi kıyımında hayatını kaybetti.
 “Çocuk ırk, din ya da başka bir ayrımcılığı teşvik eden uygulamalardan korunacaktır.” 2006’da Diyarbakır’da kadın-çocuk demeden gereğinin yapıldığı(!) olaylarda 5 çocuk hayatını kaybetti. Zorla dini dayattığımız, Türkçe bilmediği için öğretmeninden dayak yiyen, zorla İmam Hatip liselerine ya da meslek liselerine gitmek zorunda kalan çocuklarımız var bizim.
Çocuklarımız eğitimden kopmasın dedik 4+4+4 sistemini getirdik. Onlarca uzmanlar, sendikalar bu durumun kız çocuklarını okuldan, eğitimden uzaklaştıracağını ve bu şekilde çocuk gelinlerin sayısının arttırılacağını söylemesine rağmen bu yasa çıkarıldı. Sonrasında intihar eden ya da intihar süsleri verilen çocuk gelinlerimiz oldu bizim. Oyun oynaması gerekirken bebeğinin altını değiştiren, kocası tarafından tecavüze uğrayan, gerdek gecesinde hayatını kaybeden çocuklarımız oldu. Bu da çocuğa yöneltilen şiddetin, eğitimsizliğe mahkum etmesin devletin kendi eliyle olduğunun göstergesidir.

Biz hala sosyal(!), çocukların yararını en üst düzeyde tutan(!), çocuk hakları sözleşmesinde imzası olan ülkeler arasındayız.  Yazdıklarım umuyorum ki çocukla iletişim içinde olan herkesi rahatsız eder. Çünkü insan bu şekilde çözüm üzerine düşünür. Çocukları yargılamadan anlayamaya çalışır. Çocuğunu kabul eder ve çocuğunu tanıyarak beklentisini dengede tutar. 
Çocuklarla ilgilenen uzmanların sözlerinin yasalar üzerinde daha etkili olabildiği, çocukların bireysel ve psikolojik ihtiyaçlarının, yüksek yararlarının gerçekten göz önüne alındığı günler görebilmek umuduyla… 
Güzelliklerin en somut hali olan tüm çocuklarımızın Dünya Çocuk Günü kutlu olsun.


31 Ağustos 2014 Pazar

Savaş, Çocuk ve Barış Mücadelesi

SAVAŞ, ÇOCUK VE BARIŞ MÜCADELESİ
Kötü günler yaşıyoruz. Geleceğimizin umudu dediğimiz çocuklarımız ne yıkımlarla diz çökmüş, yılmış durumdalar. Pırıl pırıl görmeye alıştığımız gözlerin yerini feri sönmüş, yaşlı, umutsuz gözler alıverdi artık. Tüm açlıklara, yoksulluğa, yoksunluğa, ölümlere, zulümlere, yıkımlara, ateş seslerine, patlamalara, barut kokularına rağmen direnenleri, yaşayanları var. Ellerine, korkulu gözlerine, bir bakın. Görün bu çocukları; emekleyemeden ölenleri, eline bebek verince değil kaybettiği bacağının protezine sarılıp sevinenleri, sevgiyi öğrenmeden eline silah alıp tanımadığı yüzlerce insanı öldürenleri, göç edip yaşayabilmek için ucuz işgücü olarak ezilenleri… Ölü çocuklarının ardından dilsiz rahibeler gibi saklanıp kuytu köşede sadece bakıp duran anneleri ve gözlerindeki çaresizliği görün. Kulelerin içine üst üste atılmış ölüleri akbabaların nasıl yediğini izleyen emperyalistleri, katilleri ve yaltakçılarını görün. Ağızlarında cesetlerle akbaba gibi dolaşmaktan bıkmadılar.  Evladını yitiren babaların çöken göğüslerini, bu göğüslerden çıkan acı sesleri, titremeleri görün.
Dokuz yaşında bir çocuk düşünün günlük 10 lira için –üstelik maksimum değer bu- gün boyu karton, kağıt, şişe toplayıcılığı yapıyor. Bu çocukların okuması, oynaması, gülmesi, eğlenmesi gerekmiyor muydu? Bu işte büyük bir terslik var.
Ülkesinde ölüyor, gittiği yerde ucuz işgücü olarak hayatını tehlikeye atıyor bu çocuklar. Yaşam hakkı için bunca didinmek, direnmek…
Geçmişten bugüne tüm savaşlarda en fazla zarar gören çocuklar oldu. Bu küçük çelimsiz bedenlerin ağızlarından sızan her kan damlası vicdanımıza yazılan duaların görünen mürekkebidir. Anneler çocuklarının göz göre göre ölmesinden, feryat etmekten, ağıtlar yakmaktan, ağlamaktan bıktılar; ama  gözü dönmüş caniler, ağızları leş gibi nefret kokanlar öldürmekten bıkmadı. Sürerlik tutkusu öldürüyor. Silkinin artık, kendinize gelin. Nefretten, düşmanlıktan, zulümden, sessiz kalmaktan uzak durun.
Yıllar önce düştüğünde dizinin yaralandığını hatırlar insan tıpkı dün gibi, aynı acıyı hisseder; üstelik basit bir yarayken bu. Peki savaş mağduru çocuklar, savaş izlerinden nasıl kurtulacak? Beyinlerinde yankılanıp durmayacak mı yıkıntılar, acı çığlıklar, gözyaşları, ölü bedenler? Peki ya aynaya baktığında göre(meye)ceği bacağı, kolu. Savaşın izlerini hep sırtlarında taşıyacak çocuklar.
Yetişkinler artık kendi çıkarlarını düşünen çocuk yetişkin olmaktan vazgeçip bu çocukların menfaati için bir şeyler yapmalı, politikalar değil, vaatler değil artık eylem vaktidir. Bu çocuklar için gönüllü çalışmanın, onların yanlarında olmanın vaktidir.
Büyük ekranlarınızın karşısından arkanıza yaslanıp daha ne kadar izleyeceksiniz bu insanların hüznünü? Evde sapasağlam çocuklarınıza, sevdiklerinize sarılırken, gülerken hicap duymuyor musunuz gerçekten? Kalplerinize insanlığın verilmesini beklemek yerine yüreğinizden gelen sesin muhakemesine bir kulak verin! Sessizliğinizi kendinizi dinlemek için kullanın. Ya görmezden, duymazdan gelecek ve bu gafletinizde uyumaya devam edeceksiniz ya da bu utancın hesabını kendinize verecek ve beşeri vazifenizi yerine getirmek üzere çabalayacaksınız.


“Kalplerimizdeki mührü fekketmenin zamanı çoktan geçmedi mi sizce?”

15 Ağustos 2014 Cuma

Şiiri, müziği ve umudu seviniz. Körü körüne!


 Hüznümüz sevincimizden büyük ancak daha büyük olan umudumuzdur. Öyle olmasa tüm bu hüzün dolu şarkılar umut kokar mıydı? Notalar her vuruşuyla yüreğimize bu kadar derin işlenir miydi? Kitaplar, filmler… Hepsi umut ve hüzünle birleşince… Ne çok seviyorum. Hüzün ve umut! Kahve ve çikolata gibi ne hoş geliyor kulağa. Yaşarken öyle mi, bilmem. Aslında bu aralar hiçbir şey bilmiyorum.
 Derdine derman olmaya çalıştıklarıma derdimin tek hecesinden bile söz edemiyorum. Hoş dert mi bu, onu da bilmiyorum ya.  Aman be kadın diyorum! Biraz sus! Ama yok, olmuyor. Kendimle konuşmaktan kafayı yemezsem iyidir.
 Biraz müzik, biraz şiir. İşte sonuç! Yazmasam ağlayacaktım! Bugün palyaço şiirine kafayı takmış haldeyim. Sebebi belki biraz eksilmiş olmamdır. Belki biraz öfkeli olmamdan, belki yılgın olmamdan, belki sevdiklerimi körü körüne sevmemden… Ya da ne bileyim işte ‘insan olanın yalan söylemeyeceğine’ olan inancımdan. Belki de… Her neyse yazmasam ağlayacaktım.

 Yazmasam da olur muydu? Çok da güzel olurdu.
                                                                        
                                                                                                         16.8.2014

14 Mart 2014 Cuma

Topluma hizmetin manevi çalkantılarından

TOPLUMA HİZMET UYGULAMALARI NOT KAYGILI BİR DERS DEĞİL ARTIK

Bugün yeniden sordum kendime “Hayat neye göre seçiyor insanları? Adalet nasıl sağlanıyor? Hayat seni şekillendirirken yine senden nasıl hesap sorabiliyor?”.

Ana-babalarının yaptıklarının bedelini ödemek zorunda bırakılan çocuklar… Hayata 1-0 yenik başlayan çocuklar… Risk grubu denen bir terim var ya hani işte onun açıklamasıdır bende; 1-0 yenik başlamak.

Tek zenginlikleri sınırlı saatlerde görebildikleri gökyüzü olan, pırıl pırıl, hareketli, her şeye rağmen yaşam sevinciyle dolu nice çocuk…

Ah Sincan ah! İçinde ne cevherleri tutsak ettiğini bir bilsen!

Tüm gerginliğimle güne başladım. Üzgündüm, nasıl davranacağımı bilemiyordum. Öyle ki elim ayağıma dolaşmıştı adeta. Gerginliğim yüzüme bir maske gibi yerleşmişti, fark edilmemesi mümkün değil. Korkuyordum, çocuklar bizi istemez, anneler gönüllü olmaz diye; ancak koştur koştur cıvıl cıvıl gelen 11 çocuk yüzümü güneş gibi açtırdı. Çocukların her biri gözümde gökkuşağının parlak renkleriydiler.

Gönüllüydük ve bunun başarılı olabilmesi annelerin isteğiyle de doğrudan ilişkiliydi. Biz neden bu kadar gönüllüydük peki? Çünkü biliyoruz ki toplum dışarıdaki insanlardan ibaret değil. Çünkü biliyoruz ki projeyi oluşturan hocamız gönlünü bu iş için ortaya koydu. Biliyoruz ki o çocukların bize ihtiyacı var. Biliyoruz ki hayatın sağlayamadığı adaleti birlikte sağlayabiliriz. Biz bir olursak güçlü olur ve hayatın bizi şekillendirmesine karşı direnç sağlayabiliriz. Biz bu işi seve seve yaparız.

Bugün ben geleceğe yeniden inandım, umudumu bir kere daha yüklendim omzuma, gözlerimi bir kere daha ovuşturdum, kendime geldim. Çocuklar… Memleketin çocukları; onları kazanmalıyız dostlar. Onları bedenleri özgür olan diğer çocukların yetiştirildiği gibi hatta daha da üstüne titreyecek geliştirmeliyiz. Ellerinden tutup topluma kazandırmalıyız. Gözlerindeki o masumiyet gücümüzün, isteğimizin kaynağı olmalı ve hiç tükenmemeli.  Bu çocuklar büyüyecek. Geleceğin fikri hür, bedeni hür yetişkinleri olacaklar. Geleceğin bu güzel yetişkinlerine şimdiden temas etmek… Hangi söz anlatabilir bunu bilmiyorum, bildiğim tek şey heyecanlı olduğum, umutlu olduğum ve çocuklara inancımdır ve yine bildiğim şey masumca dilini konuşan o minik ellerden tutup gözlerindeki yaşam dolu parıltıda birlikte gülümsemek istediğimdir.



14 Şubat 2014 Cuma

Bana yardım etmezsen yükselemezsin kardeşim

Geçen yıl son gece duyup katılamadığım one billion rising hareketine bu yıl katılabildim. Ne mutlu bana ki bir milyar kadının sesine ses oldum, onlara soluk verdm. İki hafta boyunca birbirinden farklı, birbirinden renkli insanlarla tanıştım. Hiç tanımadığım insanlardı ve renkleri öylesine güzeldi ki... Onların ışıkları çekti beni, gülümsemeleri, inançları, direnmeleri, yüreklerindeki umudun ateşi...
Hepsi birbirinden farklı onlarca kadın! Birlikte dans ettik, terledik.
Günler geçtikçe aramızdaki tebessümler yerini kahkahalara bıraktı. Biz barış için, kadınlar için oradaydık. Bekareti herkesi ilgilendiren, etek boyu namusunun göstergesi bilinen, eğitim hakkı elinden alınan kadınlar için oradaydık.
Ayaklanmaya yaklaştığımız her gün biraz daha heyecanlandık. Heyecanlarımızı da paylaştık. Onlarca kadın diyorum dostlar her şeyi bir kenara bırakıp kadınlar ölmesin diye, kadınlar kuluçka makinesi görülmesin diye, kadınlar eve hapsedilmesin diye, kadınlar tecavüze uğradığında kirli görülmesin diye her gün disiplinli biçimde çalışmalara geldiler. Üstelik hepsinin ikiden fazla rolü vardı toplumda. Sadece anne veya eş değil onlar. Tüm sorumluluklarına bir de kadınlar için direnmeyi üstlendiler. 

Ortak noktamız kadındı, kadına yapılan zulümdü. Devlet, koca, töre, cinayet ablukasını dağıtmaktı maksadımız; sesimizi dansla, eğlenerek, gülerek duyurmaktı. Şunu çok iyi biliyorduk ki: "Gülmek devrimci bir eylemdir." Herkese gülümsedik. Bize saygısızca bakan, saygısızca ve savurganca konuşan erkekler dahil! 
Çığlığımızı yazılara döktük. Onca yazı ve dahası da var... Ne de olsa söz uçar yazı kalırdı. Nitekim öyle tabi. Neticede istediğimiz haklarımız dışında şeyler değildi; yaşamaktı. Bunu söylemek dahi ne kadar utanç verici. Yaşamak için Tanrı bizi yaratmışken örümcek kafalı insanlar ne hakla yaşamımızı elimizden alır? Ne hakla üzerimizde söz sahibi olurlar? Ne hakla eteğimizin boyuna bakarak namusumuz hakkında yargıya varırlar? Ne hakla bizi sevmediğimiz bir adamın koynuna sokup ondan çocuk doğurmamızı beklerler? Eğitim dostlar! Eğitim ailede başlar. Görevi sadece öğretmene yüklemek doğru değildir. Çocukların etrafında olan, çocukla iletişim halinde olan herkes çocuğun eğitiminden, ahlakından sorumludur. İNSAN'a saygı duyan çocuklar yetiştirmeliyiz. Evrensel değerlere sahip çıkan çocuklar yetiştirmeliyiz.
Biz tüm hazırlıkları sürdürürken etraftan toplanıp bizim dansımızı bekleyen insanlar vardı. Hiçbirini tanımıyorduk. Sadece kadınlar için, dans için oradaydılar. 
Kardeşlerimiz seslerimizi duyup yaklaştılar. Git gide büyüdük, genişledik, arttık. Yükseldik hep birlikte!
Hiç tanımadığımız insanlarla kol kola dans ettik. Sıkıntılarımızı paylaştık birlikte. Birbirimize sarıldık, destek olduk. Çünkü biz merhameti tükenmeyecek olan kadınlarız. Çünkü bizim dilimiz barış, sevgi. Ve biz zincirlerimizi kırdık sıra sizde!

Dans görüntülerimiz mi? İşte burada :)



En dipnot: Tanrı'nın yarattığı kadının yaşamını elinden almak onu kısıtlamak kimin haddine ki zaten?







31 Ocak 2014 Cuma

Yol boyu dağların, taşların, taşın altındaki bereketli toprağın, gökyüzünün ve ona ulaşmak istercesine uzanan ağaçların; rengine, düzenine, düzensizliğine şaşkın bir hayranlıkla baktım.
Ağaç yapraklarının inceliğini, damarlarını, genişliğini, sarsıntısını, dalın belini büküşünü hissettim. Taşların yumuşaklığını, sertliğini, iriliğini, minicikliğini, pürüzünü, pürüzsüzlüğünü hissettim.
Dağların rengine zıt düşen, heybetine meydan okuyan, bir o kadar da yumuşak gösteren karın soğuğunu hissettim. Dağların tepesindeki bulutlar yaklaşıp parça parça pamuklar bırakmış sanki ya da var olduğu günden bugüne onlarla var olmuş gibi. Sanki hiç gitmeyecek bir misafirdi dağlara…
Gökyüzü mavinin her tonunu bulutların arasından nazlı bir kadın edasıyla göstererek süzülüyor. Uzanıp birer parça almak istedim mesela. Yani, her tonundan ayrı ayrı alıp avucumda birleştirmek istedim , tüm tonları üstelik. Tüm bu gökyüzü macerası boyunca Turgut’un “Göğe Bakma Durağı” dönüp durdu hafızamda.

Bu yolculuğa dağı, taşı, ağacı yeni tanımak isteyen biri gibi çıkmışım meğer.
Bir uzaylı gibiydim yol boyu her şeye yeniden şaşırdım.
Toprağın, ağaçların, yaprakların, yol kenarında bozkırda otlayan koyunların renklerine bile ayrı ayrı hayret ettim.

Tüm bu şaşkınlığımın, hayranlığımın ve arzularımın arasında Cemal Süreya’nın dizesi geldi aklıma
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…
Yolculuk fısıldadı kulağıma usulca:
“Klasik müzik dinlerken tabiatı izleyip renklere, düzene hatta düzensizliğe şaşkınca hayran kalırdın keşke yalnız bunun için sevseydin beni.”
Doğayı yeniden seviyorum; yeniden ve daha fazla.
Yine seviyorum;
                                Doğanın merhametini, analığını, bereketini…



29 Ocak 2014 Çarşamba

Tuncel Kurtiz - Tut Yüregimden Ustam





tut yüreğimden ustam

ustam!

aklım firarda

gözbebeklerimde müebbet hüzün

dilimde ay kesiği bir yara

düşüm kırık dökük

umudumun boynu bükük

bir öksüzün omuzlarında sükut

yüreğim sana emanet sıkı tut

tut ki kancık pusulara düşmesin

bir hain kurşunu gelip deşmesin

ustam...

ne zaman o senin bildiğin zaman

ne sevda gördüğün masallardaki

-eskiden-

eskiden halı tezgahında dokunurdu aşklar

nakış nakış körpe kız ellerinde

mendillere yazılırdı isimler

yüreklere kazınırdı gizlice

sevdalılar asil ve de yürekli

sevdalar, kavgalar iki kişilik

oysa şimdi çorak gönüllere ekiliyor sevdalar

seher vakitlerinde...

meşru sevdalardan gayrı-meşru acılar doğuyor kundaklara

günahkar gecelerden

beni herkes sevdaya asi sanır

oysa aşk beni nerde görse tanır

hasret tanır

zulüm tanır

ölüm tanır

yüzüm yüzümden utanır

yorgunum ustam

ne katıksız somun isterim senden

ne bir tas su

ne taş yastıkta bir gece uykusu

var gücünle asıl sükunetime çığlığım kopsun

uzat ellerini güneşe dokun

uyandır uykusundan

tut yüreğimden ustam tut!

tut beni,

sür güne!



Serkan Uçar

28 Ocak 2014 Salı

Derin Eşen

Tel örgüleri
Bir bir
Kendim ördüm
Daha dikenli
Kanatmadan kanadım
Her gün biraz daha biraz daha
Daha sonra son olmadı hayır
Boş boş izledim duvarlarımı
Ördüğüm, tuğla üstüne gül koymaktansa
Aralara dikenler yerleştirdiğim
Sızıntı var orada tam karşımda
Köşeden başlayıp gitgide derinleşen
Derin eşen
                    bir
Çatlak
Sızıyor, ne olduğunu bilmediğim bir yara
Kanıyor
Damlayla başlayıp kendine ince bir yol çizen
Sızıntı
Anlaşmış, uzun yarıklar oluşturuyor,

Kan koktu duvarlarım

                   pınar ilhan

Taksim Metrosunda "Boran Fırtınası"





"Boran bir yaban kuştur.

Gökyüzünün mavisine bata çıka bir maviş kuş.
Konmaz hiçbir yere.
Yuvasından bozkırlara koşan sulardan yuvasına.
Çok zor yakalanır. Şahin bile tutamaz onu kanadından.
Yabandır. Asidir ha, rengi kadar güzeldir.
Güvercin sahipleri sevmez boranı.
Girer evcil sürüsüne. Peşine mutlaka takılan olur.
Bazen sürü bile düşer ardına.
Ya vurulur ya da yaralıyken yakalanır.
Diğer kuşlarla aynı kafese kapatılır. Hiçbir evcil kuşu yaklaştırmaz kendine.
Hele bir de güvercin besleyenler
Evcilleştirmek için kanadının tüylerini çekti mi,
Vay vay yemez artık yemini.
Ya açlıktan ölür ya da kafesin demirine kendini vura vura öldürür.
Sesi çığlıktır artık, turna indirir.
Ya gökyüzüdür ya ölümdür boran.
Boranlar kalktı mapushanelerden.
Şehre sokulmamış evlerden..
Dökerek renklerini şehirlerin ufkuna, gittiler dağların doruklarına..."


Eflatun,
Umut dolu, her gün dalga dalga 
Direnir karanlığa
Aydınlığı sürükler peşinden
Aydınlığı
Aydınlara sürükler
Aydınları sürükler
Eflatun
dalga dalga
Uyutmaz
Uyandırır
Ses ver dalgaya
Ses ver renge
Aydınlığa, aydınlara,
İlime, bilime
Sevgiye
Farklılıklara
İnsanlığa ses ver
Aydınlık
İşte orada!
Avuçlarını aç, bak!
Rengarenk bulutlar düşüverecek ellerine
Uyan ey dost
Vakit şafak vaktidir.

                           
                           P. İlhan

15 Ocak 2014 Çarşamba

Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hala! [112]

Nazım iyi ki var oldu! [112]

Aşkını coşkuyla yaşayan Nazım oldu:
" Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste 
ve yaşım kırkı geçmiş iken...
 
 Ne güzel şey hatırlamak seni:
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının...
içimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti...
Parmakların cunda kalan kokusu sardunya  yaprağının,
güneşli bir rahatlık 
ve etin daveti:
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş 
sıcak 
koyu bir karanlık...

  Ne güzel şey hatırlamak seni:
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek:
filanca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya...
  
  Ne güzel şey hatırlamak seni:
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine:
bir çekmece,
bir yüzük
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım
Ve hemen fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine 
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım.

  Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste 
ve yaşım kırkı geçmiş iken..."

Hangimiz bir Piraye olmak istemezdik ya da Nazım gibi uğrumuza şiirler yazan bir aşık istemezdik?

KIZ ÇOCUĞUKapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

Nazım aydın oldu! Fedakar oldu! Düşüncelerini satmadı.

KEREM GİBİ
Hava kurşun gibi ağır
bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun!
Kurşun 
eritmeğe çağırıyorum.

O diyor ki bana:
-Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem gibi
yana yana...
"Deeert çok hemdert yok."
Yüreklerin kulakları sağır...
Hava kurşun gibi ağır...

Ben diyorum ki ona:
- Kül olayım Kerem gibi
yana yana.
Ben yanmazsam
sen yanmazsan
biz yanmazsak 
nasıl çıkar karanlıklar
aydınlığa...

Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır 
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun!
Kurşun eritmeğe çağırıyorum.

GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜBu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
                         kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
                                      esmer alınlarında
                          bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
                     güneşe giden
                                        köprüden
                                               geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!

Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
                                        yırtarak
                                              gerindik!
Sıçradık;
            şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
            kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
                             şaha kalkan atlarını!
 

                    Akın var
                                güneşe akın!
                        Güneşi zaptedeceğiz
                                güneşin zaptı yakın!
 

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
                            göz yaşlarını
                                        boynunda ağır bir
                                                                zincir
                                                                    gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
            kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

İşte:
        şu güneşten
                        düşen
                               ateşte
                                    milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
                düşen
                        ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
 

                          Akın var
                                  güneşe akın!
                          Güneşi zaaptedeceğiz
                                  güneşin zaptı yakın!
 

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
                kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
                                                o «an»
                                                    kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
                                            yükseliyoruz
                                                        güneşe doğru!

Ölenler
        döğüşerek öldüler;
                              güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
 

                          Akın var
                                      güneşe akın!
                          Güneşi zaaaptedeceğiz
                                      güneşin zaptı yakın!
 

Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
                    kıvranarak
                                ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
                            emreden!
Bu ses!
        Bu sesin kuvveti,
                             bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
                                                     vuran,
onları oldukları yerde
                                durduran
                                      kuvvet!
Emret ki ölelim
                   emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
           coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
 

                           Akın var
                                       güneşe akın!
                           Güneşi zaaaaptedeceğiz
                                       güneşin zaptı yakın!
 
 

Toprak bakır
            gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
        Haykıralım!
 

BEN IÇERI DÜSTÜGÜMDEN BERI
Ben içeri düstügümden beri günesin etrafinda on kere döndü dünya
Ona sorarsaniz: ’Lafi bile edilemez, mikroskopik bi zaman...’
Bana sorarsaniz: ‘On senesi ömrümün...’
Bir kursun kallemim vardi, ben içeri düstügüm sene
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi
Ona sorarsaniz: ’Bütün bi hayat...’
Bana sorarsaniz: ‘Adam sende bi hafta...’
Katillikten yatan Osman; ben içeri düstügümden beri
Yedibuçugu doldurup çikti.
Dolasti disarda bi vakit,
Sonra kaçakçiliktan tekrar düstü içeri, alti ayi doldurup çikti tekrar.
Dün mektubu geldi; evlenmis, bi çocugu olacakmis baharda...

Simdi on yasina basti, ben içeri düstügüm sene ana rahmine düsen çocuklar.
Ve o yilin titrek, uzun bacakli taylari,
Rahat, genis sagrili birer kisrak oldu çoktan.
Fakat zeytin fidanlari hala fidan, hala çocuktur.

Yeni meydanlar açilmis uzaktaki sehrimde, ben içeri düstügümden beri...
Ve bizim hane halki, bilmedigim bir sokakta, görmedigim bi evde oturuyor

Pamuk gibiydi bembeyazdi ekmek, ben içeri düstügüm sene
Sonra vesikaya bindi
Bizim burda, içerde
Birbirini vurdu millet, yumruk kadar simsiyah bi tayin için
Simdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsiz

Ben içeri düstügüm sene, ikincisi baslamamisti henüz
Dasov kampinda firinlar yakilmamis, atom bombasi atilmamisti Hirosimaya
Bogazlanan bir çocugun kani gibi akti zaman
Sonra kapandi resmen o fasil, simdi üçünden bahsediyor amerikan dolari
Fakat gün isigi her seye ragmen, ben içeri düstügümden beri
Ve karanligin kenarindan, onlar agir ellerini kaldirimlara basip dogruldular yari yariya

Ben içeri düstügümden beri günesin etrafinda on kere döndü dünya
Ve ayni ihtirasla tekrar ediyorum yine
‘Onlar ki; toprakta karinca, su da balik, havada kus kadar çokturlar.
Korkak, cesur, cahil ve çocukturlar,
Ve kahreden yaratan ki onlardir,
Sarkilarda yalniz onlarin maceralari vardir’

Ve gayrisi
Mesela, benim on sene yatmam
Laf’i güzaf...

HENÜZ VAKİT VARKEN GÜLÜM
Henüz vakit varken, gülüm 
Paris yanıp yıkılmadan, 
henüz vakit varken, gülüm, 
yüreğim dalındayken henüz, 
ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri 
Volter rıhtımında dayayıp seni duvara 
öpmeliyim ağzından 
sonra dönüp yüzümüzü Notrdam'a 
çiçeğini seyretmeliyiz onun, 
birden bana sarılmalısın, gülüm, 
korkudan, hayretten, sevinçten 
ve de sessiz sessiz ağlamalısın, 
yıldızlar da çiselemeli, 
incecikten bir yağmurla karışarak. 
Henüz vakit varken, gülüm, 
Paris yanıp yıkılmadan, 
henüz vakit varken, gülüm, 
yüreğim dalındayken henüz, 
şu Mayıs gecesi rıhtımdan geçmeliyiz 
söğütlerin altından, gülüm, 
ıslak salkım söğütlerin. 
Paris'in en güzel bir çift sözünü söylemeliyim sana, 
en güzel, en yalansız, 
sonra da ıslıkla bir şey çalarak 
gebermeliyim bahtiyarlıktan 
ve insanlara inanmalıyız. 
Yukarda taştan evler, 
girintisiz, çıkıntısız, 
birbirine bitişik 
ve duvarları ayışığından 
ve dimdik pencereleri ayakta uyukluyor 
ve karşı yakada Luvur 
aydınlanmış ışıklarla 
aydınlanmış bizim için 
billur sarayımız... 

Henüz vakit varken, gülüm, 
Paris yanıp yıkılmadan, 
henüz vakit varken, gülüm, 
yüreğim dalındayken henüz, 
şu Mayıs gecesi rıhtımda, depolarda 
kırmızı varillere oturmalıyız. 
Karşıda karanlığa giren kanal. 
Bir şat geçiyor, 
selamlıyalım gülüm, 
geçen sarı kamaralı şatı selamlıyalım. 
Belçika'ya mı yolu, Hollanda'ya mı? 
Kamaranın kapısında ak önlüklü bir kadın 
tatlı tatlı gülümsüyor. 

Henüz vakit varken, gülüm, 
Paris yanıp yıkılmadan, 
henüz vakit varken, gülüm... 
Parisliler, Parisliler, 
Paris yanıp yıkılmasın...

Şair oldu Nazım! Vatanım dedi. Halkı galeyana getirdin dediler. Özgürlük dedi, iste ama içinden dediler. Şiirlerim dedi yaz ama sakla dediler. Memleketimin istikbali dedi sürgüne gönderdiler.
Ve Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor, edecek. Biz var oldukça dizeleri var oldukça kulakta, yürekte yer ettikçe vatan hainleri çoğalacak. Ve onlar hiçbir zaman kabul etmeyecek asıl vatanseverin bizler olduğumuzu.