18 Kasım 2014 Salı

Kadınım

Sen salın kadınım
Salın ki eteğinden sevgi saçılsın şu topraklara
Yeşerip büyüsün tohumlarını döksün
Aşk doğsun
Sevgi doğsun 
Kardeşlik doğsun
Hayat doğsun şu kadim topraklarda
Türküler söylensin
Dişi bedenine odaklanmayan
Sevgiyle harmanlanmış saf türküler

Gülümsemeni saklama kadınım
Gül ki kıvrımlarını defalarca
Ezberlercesine öptüğüm dudaklarından
Nergis kokan kahkahalar saçılsın şu topraklara
Gül ki umut dolsun yürekler
Gülümsemeni saklama kadınım
Gülümsemeni edepsiz sayanlara inat
Gülümsemeni saklama kadınım

Yürü kadınım
Başarıdan başarıya koşan ol
Arkada kalma
Yürü kadınım
Elinin hamurunu fütursuzca konuşanlara inat
Dünyaya nefes getirensin
Yürü
Salın 
Saklama
Elleri süt memesi mısır kokanım
Zor da olsa şu topraklarda
Dik dur kadınım.

Salın,
Yürü,
Saklama,
Gül kadınım.



7 Ekim 2014 Salı

Kobanê'ye dair

Taş üzerinde vicdanlarınca ezilenler

Ölümden kaçanlar
Ölümden kurtarmak için yiğitçe ölüme gidenler
Omuzlarında onurlarıyla sınırlarda mücadele edenler
Açlıkla başa çıkmaya çalışanlar
Savaştan kaçıp, açlıktan ölenler
Ölülerini gömemeyenler
Gökyüzünün mavisini bile
Kendisine zindan olanlar
Küçük hesaplar için
Onursuz insanların büyük stratejilerine
Direnen onurlu insanlar
Uzakta değiller
Kalplerinizin sınırına sığınmışlar
Ve siz gümrük bekçileri
Göz göze geldiğiniz her insana kimlik sorar olmuşsunuz
İnsanlıktan haberiniz yok
İnsanlardan haberiniz yok
Vicdanınız küçük beyinlerinizin içinde sıkışıp kalmış
Taş altında ezilesi vicdanlarınızı uyandırın artık
Yarın hayat yok
Yarın insanlık yok
Yarın vicdanınızla sarılacağınız insanlar
Yok
Olmadan uyanın.

İnsan kimliğinize bakın aynada.


6 Ekim 2014 Pazartesi

Dünya Çocuk Günü

Bugünün küçüğü yarının büyüğüdür; evet Vygotsky de aynen böyle söyler: “Gelecekteki yetişkin!”
Biz bugünün küçüğü için çaba harcamamakla birlikte yarının büyüğünden birçok beklentiye sahibiz. Beklenti düzeyimiz oldukça yüksek, peki ya kabul düzeyimiz?
Çocuklarımızın zorbalığa ve baskıya maruz kalmadan, eşit, adil, onurlu, sağlıklı ve güvenli bir ortamda ÇOCUK GİBİ yaşayabilmesi için yayınlanmış bir Çocuk Hakları Evrensel Bildirgesi var.
Bildirge şunu söyler:
Çocuklar özel olarak korunmalı, yasa ve gerekli kurumların yardımı ile fiziksel, zihinsel, ahlaki, ruhsal ve toplumsal olarak sağlıklı normal koşullar altında özgür ve onurunun zedelenmeyecek şekilde yetişmesi sağlanmalıdır.” Bunun üzerine biz sosyal ve bildirgeyi kabul etmiş bir devlet olarak; çocukları korumak üzere sevgi evleri –sağlıksız, ahlaksızlıklara karşı konulamayan, akıbeti takip edilmeyen, sevgiden de uzak, soğuk binalar- oluşturur, sonra o çocukların orada cinsel, fiziksel, sözel zorbalığa maruz kalmasını izleriz. Çalışanlardan, bu zorbalığı küçücük çocuklara reva görenlerden hesap sormak yerine bu vahşeti ortaya çıkaran –devlet sırrını ifşa mı demeliydim yoksa- gazetecilerden hesap sorarız. Çocuk cezaevleri açıp çocuklarımızı oradaki cezaevi infaz memurundan koruyamayız. (bkz: Pozantı)

 “Çocuklar sosyal güvenlikten yararlanmalı, sağlıklı bir biçimde büyümesi için kendisine ve annesine doğum öncesi ve sonrası özel bakım ve korunma sağlanmalıdır. Çocuklara yeterli beslenme, barınma, dinlenme, oyun olanakları ile gerekli tıbbi bakım sağlanmalıdır.” Biz bırakın çocuğun oyun hakkını yeterli beslenme, barınma olanaklarını karşılayamıyoruz. Çok uzağa bakmaya gerek yok! Daha bir yıl önce 40 günlük Ayaz bebek tek odalı, camları kırık, soğuk bir evde zatürreden öldü.
 “Çocuk her koşulda koruma ve kurtarma olanaklarından ilk yararlananlar arasında olmalıdır.” Biz bunu çok yanlış anladık dostlar. Tecavüze uğrayan kadına ‘çocuğu niye ölüyor annesi ölsün!’, ‘doğursun devlet bakar’ dedik.
 “Çocuklar her türlü istismar, ihmal, ve sömürüye karşı korunmalı ve hiçbir şekilde ticaret konusu olmamalıdır. Çocuk uygun bir asgari yaştan önce çalıştırılmayacak, sağlığını ve eğitimini tehlikeye sokacak fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişmesini engelleyecek bir işe girmeye zorlanmayacak ve izin verilmeyecektir.”  Bu çocuklar ekonomik sömürüye, çocuk ticaretine ve devlet şiddetine en çok devletin kendisi tarafından hedef alınıyor. Çocuğumuzu öyle ihmal ve istismardan uzak tutuyoruz ki biz tecavüze uğrayan çocuğumuza ruh sağlığı bozulmamıştır raporu verecek kadar! Tecavüz  edenlere iyi hallerini göz önünde bulundurup cezai indirimler yapabilecek kadar! Çocuğun tecavüze gönüllü olduğunu savunacak kadar, yapılan bu utanmazlığa karşı vicdanlarını önlerine alıp tepki gösterenleri gözaltına alacak kadar. Organ mafyalarına, uyuşturucu çetelerine, çocuk pornosuyla uğraşanlara açmadığımız savaşı biz vicdanı olan insanlara karşı açıyoruz. Bakan Faruk Çelik’in açıklamasına göre sadece 2013 yılı içerisinde 71 çocuğumuz işçi kıyımında hayatını kaybetti.
 “Çocuk ırk, din ya da başka bir ayrımcılığı teşvik eden uygulamalardan korunacaktır.” 2006’da Diyarbakır’da kadın-çocuk demeden gereğinin yapıldığı(!) olaylarda 5 çocuk hayatını kaybetti. Zorla dini dayattığımız, Türkçe bilmediği için öğretmeninden dayak yiyen, zorla İmam Hatip liselerine ya da meslek liselerine gitmek zorunda kalan çocuklarımız var bizim.
Çocuklarımız eğitimden kopmasın dedik 4+4+4 sistemini getirdik. Onlarca uzmanlar, sendikalar bu durumun kız çocuklarını okuldan, eğitimden uzaklaştıracağını ve bu şekilde çocuk gelinlerin sayısının arttırılacağını söylemesine rağmen bu yasa çıkarıldı. Sonrasında intihar eden ya da intihar süsleri verilen çocuk gelinlerimiz oldu bizim. Oyun oynaması gerekirken bebeğinin altını değiştiren, kocası tarafından tecavüze uğrayan, gerdek gecesinde hayatını kaybeden çocuklarımız oldu. Bu da çocuğa yöneltilen şiddetin, eğitimsizliğe mahkum etmesin devletin kendi eliyle olduğunun göstergesidir.

Biz hala sosyal(!), çocukların yararını en üst düzeyde tutan(!), çocuk hakları sözleşmesinde imzası olan ülkeler arasındayız.  Yazdıklarım umuyorum ki çocukla iletişim içinde olan herkesi rahatsız eder. Çünkü insan bu şekilde çözüm üzerine düşünür. Çocukları yargılamadan anlayamaya çalışır. Çocuğunu kabul eder ve çocuğunu tanıyarak beklentisini dengede tutar. 
Çocuklarla ilgilenen uzmanların sözlerinin yasalar üzerinde daha etkili olabildiği, çocukların bireysel ve psikolojik ihtiyaçlarının, yüksek yararlarının gerçekten göz önüne alındığı günler görebilmek umuduyla… 
Güzelliklerin en somut hali olan tüm çocuklarımızın Dünya Çocuk Günü kutlu olsun.


31 Ağustos 2014 Pazar

Savaş, Çocuk ve Barış Mücadelesi

SAVAŞ, ÇOCUK VE BARIŞ MÜCADELESİ
Kötü günler yaşıyoruz. Geleceğimizin umudu dediğimiz çocuklarımız ne yıkımlarla diz çökmüş, yılmış durumdalar. Pırıl pırıl görmeye alıştığımız gözlerin yerini feri sönmüş, yaşlı, umutsuz gözler alıverdi artık. Tüm açlıklara, yoksulluğa, yoksunluğa, ölümlere, zulümlere, yıkımlara, ateş seslerine, patlamalara, barut kokularına rağmen direnenleri, yaşayanları var. Ellerine, korkulu gözlerine, bir bakın. Görün bu çocukları; emekleyemeden ölenleri, eline bebek verince değil kaybettiği bacağının protezine sarılıp sevinenleri, sevgiyi öğrenmeden eline silah alıp tanımadığı yüzlerce insanı öldürenleri, göç edip yaşayabilmek için ucuz işgücü olarak ezilenleri… Ölü çocuklarının ardından dilsiz rahibeler gibi saklanıp kuytu köşede sadece bakıp duran anneleri ve gözlerindeki çaresizliği görün. Kulelerin içine üst üste atılmış ölüleri akbabaların nasıl yediğini izleyen emperyalistleri, katilleri ve yaltakçılarını görün. Ağızlarında cesetlerle akbaba gibi dolaşmaktan bıkmadılar.  Evladını yitiren babaların çöken göğüslerini, bu göğüslerden çıkan acı sesleri, titremeleri görün.
Dokuz yaşında bir çocuk düşünün günlük 10 lira için –üstelik maksimum değer bu- gün boyu karton, kağıt, şişe toplayıcılığı yapıyor. Bu çocukların okuması, oynaması, gülmesi, eğlenmesi gerekmiyor muydu? Bu işte büyük bir terslik var.
Ülkesinde ölüyor, gittiği yerde ucuz işgücü olarak hayatını tehlikeye atıyor bu çocuklar. Yaşam hakkı için bunca didinmek, direnmek…
Geçmişten bugüne tüm savaşlarda en fazla zarar gören çocuklar oldu. Bu küçük çelimsiz bedenlerin ağızlarından sızan her kan damlası vicdanımıza yazılan duaların görünen mürekkebidir. Anneler çocuklarının göz göre göre ölmesinden, feryat etmekten, ağıtlar yakmaktan, ağlamaktan bıktılar; ama  gözü dönmüş caniler, ağızları leş gibi nefret kokanlar öldürmekten bıkmadı. Sürerlik tutkusu öldürüyor. Silkinin artık, kendinize gelin. Nefretten, düşmanlıktan, zulümden, sessiz kalmaktan uzak durun.
Yıllar önce düştüğünde dizinin yaralandığını hatırlar insan tıpkı dün gibi, aynı acıyı hisseder; üstelik basit bir yarayken bu. Peki savaş mağduru çocuklar, savaş izlerinden nasıl kurtulacak? Beyinlerinde yankılanıp durmayacak mı yıkıntılar, acı çığlıklar, gözyaşları, ölü bedenler? Peki ya aynaya baktığında göre(meye)ceği bacağı, kolu. Savaşın izlerini hep sırtlarında taşıyacak çocuklar.
Yetişkinler artık kendi çıkarlarını düşünen çocuk yetişkin olmaktan vazgeçip bu çocukların menfaati için bir şeyler yapmalı, politikalar değil, vaatler değil artık eylem vaktidir. Bu çocuklar için gönüllü çalışmanın, onların yanlarında olmanın vaktidir.
Büyük ekranlarınızın karşısından arkanıza yaslanıp daha ne kadar izleyeceksiniz bu insanların hüznünü? Evde sapasağlam çocuklarınıza, sevdiklerinize sarılırken, gülerken hicap duymuyor musunuz gerçekten? Kalplerinize insanlığın verilmesini beklemek yerine yüreğinizden gelen sesin muhakemesine bir kulak verin! Sessizliğinizi kendinizi dinlemek için kullanın. Ya görmezden, duymazdan gelecek ve bu gafletinizde uyumaya devam edeceksiniz ya da bu utancın hesabını kendinize verecek ve beşeri vazifenizi yerine getirmek üzere çabalayacaksınız.


“Kalplerimizdeki mührü fekketmenin zamanı çoktan geçmedi mi sizce?”

15 Ağustos 2014 Cuma

Şiiri, müziği ve umudu seviniz. Körü körüne!


 Hüznümüz sevincimizden büyük ancak daha büyük olan umudumuzdur. Öyle olmasa tüm bu hüzün dolu şarkılar umut kokar mıydı? Notalar her vuruşuyla yüreğimize bu kadar derin işlenir miydi? Kitaplar, filmler… Hepsi umut ve hüzünle birleşince… Ne çok seviyorum. Hüzün ve umut! Kahve ve çikolata gibi ne hoş geliyor kulağa. Yaşarken öyle mi, bilmem. Aslında bu aralar hiçbir şey bilmiyorum.
 Derdine derman olmaya çalıştıklarıma derdimin tek hecesinden bile söz edemiyorum. Hoş dert mi bu, onu da bilmiyorum ya.  Aman be kadın diyorum! Biraz sus! Ama yok, olmuyor. Kendimle konuşmaktan kafayı yemezsem iyidir.
 Biraz müzik, biraz şiir. İşte sonuç! Yazmasam ağlayacaktım! Bugün palyaço şiirine kafayı takmış haldeyim. Sebebi belki biraz eksilmiş olmamdır. Belki biraz öfkeli olmamdan, belki yılgın olmamdan, belki sevdiklerimi körü körüne sevmemden… Ya da ne bileyim işte ‘insan olanın yalan söylemeyeceğine’ olan inancımdan. Belki de… Her neyse yazmasam ağlayacaktım.

 Yazmasam da olur muydu? Çok da güzel olurdu.
                                                                        
                                                                                                         16.8.2014

14 Mart 2014 Cuma

Topluma hizmetin manevi çalkantılarından

TOPLUMA HİZMET UYGULAMALARI NOT KAYGILI BİR DERS DEĞİL ARTIK

Bugün yeniden sordum kendime “Hayat neye göre seçiyor insanları? Adalet nasıl sağlanıyor? Hayat seni şekillendirirken yine senden nasıl hesap sorabiliyor?”.

Ana-babalarının yaptıklarının bedelini ödemek zorunda bırakılan çocuklar… Hayata 1-0 yenik başlayan çocuklar… Risk grubu denen bir terim var ya hani işte onun açıklamasıdır bende; 1-0 yenik başlamak.

Tek zenginlikleri sınırlı saatlerde görebildikleri gökyüzü olan, pırıl pırıl, hareketli, her şeye rağmen yaşam sevinciyle dolu nice çocuk…

Ah Sincan ah! İçinde ne cevherleri tutsak ettiğini bir bilsen!

Tüm gerginliğimle güne başladım. Üzgündüm, nasıl davranacağımı bilemiyordum. Öyle ki elim ayağıma dolaşmıştı adeta. Gerginliğim yüzüme bir maske gibi yerleşmişti, fark edilmemesi mümkün değil. Korkuyordum, çocuklar bizi istemez, anneler gönüllü olmaz diye; ancak koştur koştur cıvıl cıvıl gelen 11 çocuk yüzümü güneş gibi açtırdı. Çocukların her biri gözümde gökkuşağının parlak renkleriydiler.

Gönüllüydük ve bunun başarılı olabilmesi annelerin isteğiyle de doğrudan ilişkiliydi. Biz neden bu kadar gönüllüydük peki? Çünkü biliyoruz ki toplum dışarıdaki insanlardan ibaret değil. Çünkü biliyoruz ki projeyi oluşturan hocamız gönlünü bu iş için ortaya koydu. Biliyoruz ki o çocukların bize ihtiyacı var. Biliyoruz ki hayatın sağlayamadığı adaleti birlikte sağlayabiliriz. Biz bir olursak güçlü olur ve hayatın bizi şekillendirmesine karşı direnç sağlayabiliriz. Biz bu işi seve seve yaparız.

Bugün ben geleceğe yeniden inandım, umudumu bir kere daha yüklendim omzuma, gözlerimi bir kere daha ovuşturdum, kendime geldim. Çocuklar… Memleketin çocukları; onları kazanmalıyız dostlar. Onları bedenleri özgür olan diğer çocukların yetiştirildiği gibi hatta daha da üstüne titreyecek geliştirmeliyiz. Ellerinden tutup topluma kazandırmalıyız. Gözlerindeki o masumiyet gücümüzün, isteğimizin kaynağı olmalı ve hiç tükenmemeli.  Bu çocuklar büyüyecek. Geleceğin fikri hür, bedeni hür yetişkinleri olacaklar. Geleceğin bu güzel yetişkinlerine şimdiden temas etmek… Hangi söz anlatabilir bunu bilmiyorum, bildiğim tek şey heyecanlı olduğum, umutlu olduğum ve çocuklara inancımdır ve yine bildiğim şey masumca dilini konuşan o minik ellerden tutup gözlerindeki yaşam dolu parıltıda birlikte gülümsemek istediğimdir.



14 Şubat 2014 Cuma

Bana yardım etmezsen yükselemezsin kardeşim

Geçen yıl son gece duyup katılamadığım one billion rising hareketine bu yıl katılabildim. Ne mutlu bana ki bir milyar kadının sesine ses oldum, onlara soluk verdm. İki hafta boyunca birbirinden farklı, birbirinden renkli insanlarla tanıştım. Hiç tanımadığım insanlardı ve renkleri öylesine güzeldi ki... Onların ışıkları çekti beni, gülümsemeleri, inançları, direnmeleri, yüreklerindeki umudun ateşi...
Hepsi birbirinden farklı onlarca kadın! Birlikte dans ettik, terledik.
Günler geçtikçe aramızdaki tebessümler yerini kahkahalara bıraktı. Biz barış için, kadınlar için oradaydık. Bekareti herkesi ilgilendiren, etek boyu namusunun göstergesi bilinen, eğitim hakkı elinden alınan kadınlar için oradaydık.
Ayaklanmaya yaklaştığımız her gün biraz daha heyecanlandık. Heyecanlarımızı da paylaştık. Onlarca kadın diyorum dostlar her şeyi bir kenara bırakıp kadınlar ölmesin diye, kadınlar kuluçka makinesi görülmesin diye, kadınlar eve hapsedilmesin diye, kadınlar tecavüze uğradığında kirli görülmesin diye her gün disiplinli biçimde çalışmalara geldiler. Üstelik hepsinin ikiden fazla rolü vardı toplumda. Sadece anne veya eş değil onlar. Tüm sorumluluklarına bir de kadınlar için direnmeyi üstlendiler. 

Ortak noktamız kadındı, kadına yapılan zulümdü. Devlet, koca, töre, cinayet ablukasını dağıtmaktı maksadımız; sesimizi dansla, eğlenerek, gülerek duyurmaktı. Şunu çok iyi biliyorduk ki: "Gülmek devrimci bir eylemdir." Herkese gülümsedik. Bize saygısızca bakan, saygısızca ve savurganca konuşan erkekler dahil! 
Çığlığımızı yazılara döktük. Onca yazı ve dahası da var... Ne de olsa söz uçar yazı kalırdı. Nitekim öyle tabi. Neticede istediğimiz haklarımız dışında şeyler değildi; yaşamaktı. Bunu söylemek dahi ne kadar utanç verici. Yaşamak için Tanrı bizi yaratmışken örümcek kafalı insanlar ne hakla yaşamımızı elimizden alır? Ne hakla üzerimizde söz sahibi olurlar? Ne hakla eteğimizin boyuna bakarak namusumuz hakkında yargıya varırlar? Ne hakla bizi sevmediğimiz bir adamın koynuna sokup ondan çocuk doğurmamızı beklerler? Eğitim dostlar! Eğitim ailede başlar. Görevi sadece öğretmene yüklemek doğru değildir. Çocukların etrafında olan, çocukla iletişim halinde olan herkes çocuğun eğitiminden, ahlakından sorumludur. İNSAN'a saygı duyan çocuklar yetiştirmeliyiz. Evrensel değerlere sahip çıkan çocuklar yetiştirmeliyiz.
Biz tüm hazırlıkları sürdürürken etraftan toplanıp bizim dansımızı bekleyen insanlar vardı. Hiçbirini tanımıyorduk. Sadece kadınlar için, dans için oradaydılar. 
Kardeşlerimiz seslerimizi duyup yaklaştılar. Git gide büyüdük, genişledik, arttık. Yükseldik hep birlikte!
Hiç tanımadığımız insanlarla kol kola dans ettik. Sıkıntılarımızı paylaştık birlikte. Birbirimize sarıldık, destek olduk. Çünkü biz merhameti tükenmeyecek olan kadınlarız. Çünkü bizim dilimiz barış, sevgi. Ve biz zincirlerimizi kırdık sıra sizde!

Dans görüntülerimiz mi? İşte burada :)



En dipnot: Tanrı'nın yarattığı kadının yaşamını elinden almak onu kısıtlamak kimin haddine ki zaten?